Esaretin Bedeli

Esaretin Bedeli

Belki de tüm zamanların en iyi filmi Esaretin Bedeli ile karşınızdayım. Hemen hepimizin adını milyonlarca kez duyduğu, bir kısmımızın en azından bir kısmını öyle ya da böyle seyrettiği o muhteşem film.

Tüm zamanların en iyi filmi diye giriş yapmam pek abartı olmaz çünkü IMDB üzerinde oylama yapan yaklaşık 2 milyon kullanıcıya göre 9.2 gibi yüksek bir puanla şuan tüm zamanların en iyi filmi konumunda.

Tüm bu istatistiklere ve beğenilere karşın ne yazık ki ben oturup bu filmi baştan sona izlememiş, böyle bir baş yapıtın tüm kurgusundan habersizdim. Babam film izlemeyi aşırı derecede sevdiği için belki çocukken izlemişizdir ailecek ama üzerinden çook zaman geçti ve ne yazık ki hatırlamıyordum.

Geçtiğimiz hafta hem iş hayatındaki sorunlardan biraz uzaklaşmak hem de geçirdiğim vaktin nispeten daha anlamlı olmasını sağlamak amacıyla bir film izleyeyim derken bir anda karşıma çıkınca hemen oturup izleme kararı aldım. Malum pek de uzatmamak lazımdı, her ne kadar yıllar geçirmiş olsam da..

Çok fazla konuşmadan hala Esaretin Bedeli  izlememiş olanlar için filmden kısa notlarımı aktarmaya başlayayım. 

Hikaye çok başarılı bir bankacının eşinin cinayetiyle başlıyor. Eşinin öldürüldüğü gece sarhoş ve silahlı olan kahramanımız eşinin hayatında başka birinin olması gerçeğiyle yüzleşmek zorunda kalıyor ve doğal olarak cinayetin ilk şüphelisi konumuna düşüyor.

Aldığı iki müebbet hapis cezası onu hayatının kalanını Shawshank isimli bir cezaevinde geçirmek zorunda bırakıyor, ki o ben suçsuzum derken..

Shawshank kendi kuralları olan, neredeyse bağımsız denebilecek ve ağır suçluların bulunduğu bir cezaevi. Cezaevi müdürü yeni mahkumları karşılıyor ve onlara birer incil vererek en önemli kuralları anlatıyor. Kısacası baskı rejiminin olduğu her alan gibi din kartını oynuyor.

Bankacımız Andy Dufresne yapısına çok ters olan cezaevi şartlarına alışmaya çalışırken bir yandan da cezaevini kendine benzetmeye çalışıyor. Kilit isimlerle dost oluyor, müdürün ve cezaevi memurlarının finansal işlerine yardımcı oluyor ve bunları yapması sebebiyle de devasa bir kütüphane açmasına göz yumuluyor.

Bu kütüphaneyi açabilmesi ve kitaplarla doldurabilmesi için her hafta ama her hafta mektuplar yazması gerekiyor ve yıllar sonra ancak tepkileri alabiliyor. 

Filmle ilgili söylenebilecek çok fazla şey var ama ben daha fazla yorum yapmak istemiyorum. Aşağıya filmin fragmanını ve hemen onun altına da filmden çıkardığım birkaç dersi ve güzel birkaç repliği yazmak istiyorum.


Film yıllar sonra özgürlüğü tadan 3 tane hikayeye ev sahipliği yapıyor. Birinci hikayenin sonu pes etmekle bitiyor, ikinci hikaye özgürlüğünü kazanmak için verilen savaş ve ardından gerçekleştirilen bir hayalle, üçüncü hikaye ise tam pes edeceği noktada karşısına çıkan bir umutla ikinci hikayeye dahil olarak. Aynı noktadan çıkan 3 farklı hikaye..

Hayatlarımızda bazı şeyler aşırı derecede sabit kalıyor ve onlardan uzaklaşmak da günden güne inanılmaz derecede bizleri korkutuyor. Belki işimiz, belki yaşadığımız şehir belki de hayatımızdaki insanlar. İşte bu film tam olarak bu korkuyu, bundan kurtulma inancını  ve bunun içinde kaybolmayı aynı anda barındırıyor. Bu nedenle umutsuz hissedildiğinde izlenmesi gereken filmler arasında.

Gelelim alıntıladıklarımı:

Bu duvarlar tuhaftır. İlk önce önce nefret edersin, sonra alışırsın. Zaman geçtikçe dayandığın tek şey olurlar. Kurumsallaşma budur.

Red

Unutma Red! Umut iyi bir şeydir. Belki de en iyisi ve iyi şeyler asla ölmez.

Andy Dufresne 

Sanırım basit bir seçim yapmalıyım. Hızlı yaşamak mı hızlı ölmek mi?

Andy Dufresne 

Küçükken bir otomobil görmüştüm ama artık onlar her yerdeler. Dünya gerçekten çok aceleyle hareket ediyor.

Brooks

Kendime diyorum ki kuşlar kafeslenmemeli. Tüyleri o kadar parlak ki, gittiklerinde bir parçanız onları kafese koymanın hata olduğunu biliyor. Ama yine de gittiklerinde yaşadığınız yer bomboş oluyor.

Red