İnsan bir şehirden korkar mı? Peki ya deli gibi korkmasına rağmen onun peşinde koşar mı? Korkularının şehrine hapsolup oraya adapte olur mu? Sanırım ne yazık ki hepsinin cevabı evet. İşte bu yazıda size korkularımın şehrini ve onun peşinde koşma hikayemi anlatacağım.
Türk filmlerinin klasik bir sahnesi olduğu üzere şehre gelen Haydarpaşa Garında iner ve karşısına İstanbul’u alır. İşte ben böyle bir giriş yapmadım korkularımın şehri İstanbul’a. Hatta gayet sıradan bir girişim vardı. Kafamdaki tek şey “acaba burada yaşayabilir miyim?” sorusuna aradığım ve pek de kestiremediğim cevabıydı.
Hayatımdaki şehirleri kronolojik olarak sıralayayım dediğimde Ardahan>İzmir>Isparta ve şimdi de İstanbul oluyordu. Seriye bakacak olursak bir küçük bir de büyük şehir şeklinde, seriyi bozmadan gidiyordum. Peki İstanbul’a sadece büyük şehir demek onu hafife almak mıydı?
İstanbul’a bir hayal uğruna gelmiştim, tıpkı buraya gelen yaklaşık 15 milyon insan gibi. Büyük insan olmak, iş öğrenmek falan filan gibi sebepler işte. Sanki memleketin çivisi çıkmış da hiçbir yerde öğrenilemezmiş gibi ben de İstanbul döngüsünün içine ilk adımımı atmıştım.
Korkularımın şehrine yaptığım korkusuz girişin sebebi benden önce bu savaşı vermeye başlamış arkadaşlarımın burada bir hayat kurmuş olmasıydı. Yani hazıra konduğum için korkacak pek de bir şeyim yoktu. Sahi en kötü ne olabilirdi ki?
Hepinizin bildiği ya da blogumdaki yazıları okuyup göreceği üzere başladım staj yapmaya. Öyle boş beleş gidip geliyordum fakat çay getir, fotokopi çek olan bir staj da değildi. Bir çalışanmış gibi sorumluluklarım vardı -ki sorumluluk duymadığınız bir şeyi öğrenemezsiniz- Sonra bir baktım sorumluluklar artmış sonra da bir bakmışım çalışmaya başlamışım. Heh işte az önce bahsettiğim o İstanbul döngüsünün tek çıkış noktası da o gün kapanmış oldu. Bu şehri ya yenecektim ya da yenilecektim.
İşe başladıktan mezun olana kadar geçen aylar bana tam bir eziyet oldu.-Evet işe başladığımda henüz okulum bitmemişti, onu da blogdan bulabilirsiniz- Bu eziyet döneminin ardından da iş hayatına yaptığım ciddi girişin eziyetini çekmeye başladım. Malum kafamdaki plan mezun ol, 3-4 ay yat falandı. İşe girmeyi hiç mi hiiç planlamamıştım.
İşin aslını soracak olursanız hayat öyle agresif planlara gelen bir şey de değilmiş. Sen yaşamana ve elinden geleni yapmaya bak zaten su akıp yolunu buluyor. Hayatını şirket gibi yönetince pek fazla zevk alamıyormuş insan ki bunu fark ettiğimde aslında İstanbul’da yaşamanın ne yenmekle ne de yenilmekle alakalı olmadığını anladım.
Burası korkuların şehri değil fırsatların şehriymiş, en azından sözüne güvendiğim büyüklerim öyle diyorlar. Taşı toprağı da altınmış ama bu şehirde o kadar altın arayan o kadar insan varmış ki sen İstanbul’un pek de umurunda değilmişsin. Hem neden tınlasın ki seni?
Ya da tınlamalı mı? İşte bunu bir düşünmek lazım. Ha bu arada son olarak “Eey İstanbul, sen kimsin ya?“