Bu yazıyı yayınlamayı dün düşündüm. Yani 15 Ocak’ta. Yani Dünya’nın kabul ettiği en büyük aşk şairi Nazım‘ın doğum gününde.
Gözlerim gözünde aşkı seçmiyor
Onlardan kalbime sevda geçmiyor
Ben yordum ruhumu biraz da sen yor
Çünkü bence şimdi herkes gibisin
Diyen Nazım’ın şüphesiz ki Türk Edebiyatında yeri apayrıdır. Elbette Dünya Edebiyatında da.. Tıpkı Üstat Necip Fazıl gibi..
Ne hasta bekler sabahı,
Ne taze ölüyü mezar.
Ne de şeytan, bir günahı,
Seni beklediğim kadar.
Yazıma iki uç noktadan iki aşk şiiriyle başlamak istedim. Günün anlam ve önemi itibariyle biri Nazım Hikmet’ten oldu. Diğeriyse çok sevdiğim ve siyasi görüş olarak tam zıttı olan Üstat Necip Fazıl’a kısmet oldu. Ve bu iki güzel şiirden, bu iki güzel edebi eserden ve bu güzel iki insandan yola çıkarak biraz siz dostlarıma dert yanacağım. Elbette ki affınıza sığınıyorum şimdiden.
Ne yazık ki başta yaşadığımız coğrafya olmak üzere doğduğumuz andan itibaren etrafımızı tonla handikap sarıyor. Mezopotamya coğrafyasının birazcık da kaderi sanırım bu. Neden böyle dedi diyecek olursanız bir anımı kısaca anlatmak istiyorum. Elbette bir dostu yâd ederek.
İngilizcemi geliştirmek için gittiğim kursta arkeoloji okuyan bir arkadaş kazanma şansım oldu. Erasmus yapmak istiyor, bu sebeple de ingilizcesinin daha akıcı olmasını istiyordu. Çünkü üzerinde çalıştığı alan karmaşıktı ve net ifadeler gerektiriyordu. Derken zaman zaman orta doğu ve mezopotamya medeniyetleri ile ilgili sohbet etmeye başladık. İşi gereği konulara fazlaca hakimdi ve severek de okuduğu için araştırıp hep daha fazlasını öğreniyordu. Dolayısıyla da sözlerinin ağırlığı bir derece daha fazlaydı gözümde. O zaman demişti ki “Tarih boyunca bu coğrafyanın insanları hep daha fazlası için savaşmış, hep kavgacı olmuş, her zaman da her şeyi batırmışlardır. Dolayısıyla savaş bu coğrafyanın kaderi.” Açıkçası o zamanlar çok ağır söylemler olduğunu düşünmüştüm. Derken aradan yıllar geçti ve şuan ne kadar haklı olduğunu düşünüyorum.
Tarih bilgim öyle kimseye ders verecek düzeyde değil tabii ki ama üç beş bir şey söylemem gerekirse dönüp de tarihimize bir bakın derim. Tarihi milattan önceye dayanan çok az medeniyetten biridir Türk Medeniyeti. Yerleşik hayatın ötesinden geliyor atalarımız. Korkuttuğu için Çin Seddi yaptıranı mı ararsın yoksa fethedilemez deneni fethedip çağ değiştireni mi? Ya da şiirleriyle aşkı en güzel anlatanları mı? Uçak fikrinin babasını mı ararsın yoksa haritanın mı? Ya da Hanların Hanı Cengiz Han’ın Han’ını mı? Ama bu orta doğu bizi bozdu.
İslamiyet’e en kısa sürede adapte olan toplumlardan biridir Türkler. Adalet, eşitlik ve aklınıza gelebilecek her konuda zaten oturmuş bir sistem varmış bizde. Yani İslamiyet’in saf ve temiz hali zaten Türk Medeniyetinin tam da kalbinde. Ama biz müslüman olmayı araplaşmakla karıştırdık . Peygamber Efendimizi anlamak yerine taklit etmeyi, Kuran’ı okumak yerine Adnan Oktar’ları dinlemeyi seçince de çarşı karıştı tabi. Ama bu taa 1600’lerden beri süre gelen bir durum aslında. Atatürk’ün tekke ve zaviyeleri kapatmasının sebebidir din kavramının daha düzgün öğretilmesi. Çünkü insanları kutuplaştıracağını biliyordu. Tıpkı 1960’lardan sonra olduğu gibi.
Bugünlere bir gecede,5 yılda ya da 15 yılda gelmedik ki . Yukarıda Nazım’dan ve Necip Fazıl’dan alıntılar yaptım. Tüm ülkenin okuyacağını bilsem eminim ki büyük bir kısmı nazıma, büyük bir kısmı da Necip Fazıl’a sövecek. Peki ya neden? Şiirin suçu olur mu ? İnsanlar inandıkları yolda gittilerse bu suç mu? Asıl suç insanların düşüncelerini görmezden gelip onları dışlamak, onları susturmak değil mi ?
Demem o ki Ne zaman öğreneceğiz bir olmayı, birlik olmayı? Ne zaman öğreneceğiz bizden olmayanı kabullenmeyi, ona da saygı duymayı? Aşkı Nazım’dan, vatan sevgisini Necip Fazıl’dan okumadıktan sonra nerede kaldı yüreğimiz?